30 Mart 2012 Cuma

Sinema ve Kuram Kitabı 1/6

İÇİNDEKİLER

·         Giriş

·         Sinemada Kadın
·         Bilimkurgu-Belgesel
·         Dünyada ve Türkiye’de Kısa Film
·         2000’lerde Deneysel ve/ya Öncü Sanat / Sinema
·         Butoh, Anime, Miike
·         Bresson’a Karşı Notlar
·         Sinemada Eleştiri
·         Sinemada Ne ve Nasıl
·         Sinema Dili
·         Belgesel ve Kısa Film Notları
·         Belgesel Film İçin Yeni Bir Söylem Denemesi
·         Sinemada 21. Yüzyıl Momentleri
·         Kısa Film olarak Jenerik, Demo, Klip, Reklam
·         Kültürolojik Açıdan Sinema Estetiği
·         Sinemada Türlerin Melezlenmesi
·         Film ve Yazın
·         Film Müzikleri
·         Sinema ve Dans
·         Sinema ve Düşün
·         Sinema ve Mantık : 1
·         Sinema ve Mantık : 2
·         Gözden Kaçanlar

Çıkış

 

Sonsöz


Ekler


·       Sinemanın Enleri, İlkleri, Tekleri, Hiçleri ve Eksikleri
·       Türkiye Sinema İstatistikleri
·       Dünya Sinema İstatistikleri


GİRİŞ

35 yıllık seyir ve 15 yıllık okuma sonucunda, 'Herşeye İsyan Ediyorum' gibi en yenisinden, 'Film Duyumu' gibi en eskisine, en niteliklisinden en niteliksizine kadar karşılaşılan örneklerde, doyurucu bir sinema kitabı bulamadım. Oturup düşündüm: Nasıl bir sinema kitabı okumak isterdim? Beş yıllık bir çabanın sonucunda, bu kitap ortaya çıktı. Sinemada öznellik ağır bastırıldığı için, bunu da başkaları beğenmeyecek. Başarılmak istenen, sinemanın ilk yüzyılı ertesinde, ikinci yüzyıla giden bir yol açmaktı.

Metinlerdeki hata payı koyutu % 5'tir; yani, 100 sayfalık kitapta ortalama 400 civarındaki (önerme-anlatı birimi kabul edilen) paragraftan 20 tanesinde hata yapma payı bırakılıyor. Aslında, düşünülen 4 hatalı paragraf. Fazladan tolerans tanınıyor. Ayrıca; Fassbinder dizisinde olduğunca, metinlere dalgalanmalar eklendi. Bunlar yazarın zihninde değil, tarihte ve kültürolojik yorumlarda oluştu. Okuyucunun, tüm bu varyanslara açık bir okuma yapması gerek.

Yıl 2000 itibarıyla minimum veri tabanı ise: Tahmini toplam bir milyon filmden, 2.000 Holywood / tür filmi, 250 festival / sanat filmi örneklemesi düzeyinde. Sonul erim sayılan 2040'ta ise bu, 3.000 ve 750 olacak. Giderayak, sinemanın yüz ellinci yılı şerhleri de, düşülmüşebilir.

(1999 / 2)


SİNEMADA KADIN

Giriş

Bir kadınla bir erkek arasında, aşk, cinsellik ve çocuk çıkarılırsa hiçbirşey kalmaz. Sinemada da öyledir. Yapılan bir milyonu aşkın filmin içinde bunların olmadığı film sayısı 10’u bulmaz. Sorun, oran düşük olsa da, kadınlar tarafından yapılan kadın filmlerinde de sonucun aynı olmasıdır. (Şerh: Kadınların aseksüalitesi veya frijitliği kastedilmiyor.) Dünyadaki kadın-erkek ilişkilerinin tamamına yakını zaten bunları içermiyor. Herkes çifttir ama eşiyle zamanının ve mekanının yalnızca yüzde birini kullanır. Geri kalanı da mesai arkadaşıdır.

Kadın İmajı

İnsanların kimlikleri rollerden ve statülerden oluşur. Kadın kimliği de anne ve eş rolünden oluşturuluyor veya ona indirgeniyor. Üzüntü verici bir durum olarak, dünya kadınlarının % 90’ından çoğu bu fare kapanına gönüllü giriyor. Dünya siyasetçilerinin ve/ya bilimcilerinin % 10’undan aşağısı kadın. Sinemacıların da öyle...

Kadın imajı da bu kimliğe uygun oluşturuluyor. Sos olsun diye de, ‘la femme fatale’ tipi icat edilmiş. İmajın eleştirilmesi de yanlış. Erkeklerin bu rol için zorbalık kullandığı filan yok, kadınlar işin kolayına kaçıveriyorlar. Menopoz dönemine gelince de apışıp kalıveriyorlar.

Negasyon

Bu durumdan bağlanmayla değil, ayrılma, çözülmeyle, kopmayla kurtulunur. Bunu deneyen tüm kadınlar da istisnasız toplum tarafından cezalandırılır, öncelikle de özgürlüğü seçmemiş kadınlar tarafından. Güneydoğu’da gelinlerinin doğum kontrolünü kaynanalar engelliyor. Türk yazarlar Tezer Özlü ve Sevgi Soysal, cezalandırılan kadınlardan yalnızca ikisi...

Erkekler özgürleşme eğilimindeki kadınlara özel ilgi duyarlar, onları köleleştirmek için... Sanatçı kadın partnerini ömür boyu destekleyen İsveçli erkek istisnasal bir örnek.

Kadının Gönüllü Zorunlu Negatif Egzistansiyalizmi

‘Gönüllü zorunluluk’ kavramı Kafka’ya ait. Kierkegaard’ın ‘etik olan mı, estetik olan mı; acı verici olan mı, haz verici olan mı?’ sorusuna ‘ölümle yaşam arasında bir seçim yoktur’ yanıtını vermiş.

Varoluşçuluk, varlığı verili ve içine atıldığımız bir durum olarak tanımlar. Burada varlık birdir. Yokluk sıfırdır. Eksi sonsuz burada tanımsızdır. Eksi birin kökü ‘i’ sayısıdır, yani sanaldır. Çokişilikliliğin limiti sanal kişiliktir, yani verili rollerin ve kimliklerin sahteliğinin bilincindeliği ve negasyonudur. Ma, eksi sonsuz uzayzamanda sonsuz yıkımdır, bir bakıma negatif egzistansiyalizmdir.

Bir proleter entellektüel olduğunda genelde ölür, Jack London’ın ‘Martin Eden’ı gibi. Bunun nedeni varoluşsal vurgun yemektir. Kadınların bugünkü konumu eski proleterlerinki gibidir, çıkış yapınca içsel ve dışsal, zihinsel ve kültürel vurgun yerler. Vurgundan ancak verili rolleri ve statüleri değilleyerek kurtulabilirler. Onlarsa, ayrılmak yerine bağlanmayı, daha önemlisi entellektüel erkekleri Hürrem Sultan davranışıyla bağlamayı ve köleleştirmeyi yeğlerler. Böylelikle kendi köleliklerini unutmaya çabalarlar. Bu negatif sembiyözdür.

Bazı kadın entellektüeller için ölümle yaşam arasında seçim olmamıştır: Tezer Özlü, Duygu Aykal, Sevgi Soysal gibi; Sylvia Plath, Diane Arbus, Anna Cavan gibi... Pozisyon yerine negasyonu yeğledikleri ve yokluklarının sanallığını ayırsayamadıkları için (erken) ölmüşlerdir.

Olumsuz-eksi varoluş(çuluk) dışarıdan kişiye zorla dayatılamaz. Kafka gibi gönüllü bir seçimsizlikle üstlenilebilir. Hem ölüp, hem sağ kalabilmek henüz kadın örneği olmayan bir durum, belki erkeklerden kopya çekerler.

Sinemada Tümevarımsal Örneklemeler

Kadınların Kadın İmgesi

Rosa

Margaret von Trotta’nın ‘Rosa’sı hem realist, hem öznel olabilen ender örneklerden biri. Rosa Luxemburg daha Rus Devrimi gerçekleşmeden önce, hem partizan faşizmini, hem de komünistlerin erkek egemenliğini dile getirmişti. Aynı zamanda, kocasının onu arasıra dövdüğü bir köylü kadını olmayı arasıra istediğini belirtebilecek denli dürüsttü.

Filmin aksayan yanı Rosa’yı canlandıran Barbara Sukowa’nın Rosa’ya oranla çok güzel oluşuydu. ‘Çirkin ve zeki’ yerine, ‘güzel ve zeki’ insanı yanıltabilir.

Erkeklerin Kadın İmgesi

İlk şerh: Erkek eşcinsel yönetmenler de aşkı yücelttikleri için daha baştan oyunun dışında kalıyorlar. Biseksüel Fassbinder’in kadın imgeleri mono-heteroseksüel erkek yönetmenlerinkiyle aynı.

David Lynch

20. Yüzyıl’ın son 10 yılı için kadınlara bu denli erkek faşistçe yaklaşmaya cesaret eden yönetmen azdır. Yüzyıllar boyu kullanılan ‘orospu-azize’ ikilemini kullanabilmesi bile buna yeterli kanıt oluşturur. ‘Mavi Kadife’, ‘Vahşi Kalp’ ve ‘Ateş Benimle Yürür’ boyunca hep aynı klişeleri kullanır: Cinselliği ile erkekleri etkileyen kadınlar ki bunlara ‘cinsellikten ekmek parası kazanan yaşam kadınları’ bile denemez.

Lynch Fassbinder’e oranla, göründüğü kadarıyla yalnızca heteroseküel olduğu için, olayı melodram ölçütünde ele almaz. Kendi biyografisinden aktarım olarak, işi psikopati düzeyine taşır. Aslında kadınları öldürmek ister ama gerçek yaşamda bunu denemez. Onun filmlerinde hiç insan-kadın yoktur, hep seks-kadın vardır. Cinselliğin kültürel öneminin sıfıra limitlendiği bir ortamda onunkisi takınağın ötesinde bir anlam taşır: Kendi negatif fantazyalarını filme taşımak...

2 Tümdengelimsel Örnekleme : Ne ve Nasıl

Bir: Bir kadının doğumundan başlayarak yaşadığı her gün boyunca bir kez fotoğrafı çekilerek, ortalamada 1.000 saniyeden uzun bir film yapılabilir.

İki: Kadının yaşamının farklı evreleri birbiriyle diyaloğa girer. Zamanı tek yönlü kabul edip, hep geleceğine yönelik sorular sorabilir. Çocukluğuna da, kültürel, genetik, biyolojik ve psikolojik annelerinin herhangi birileri veya hepsi sorular sorar.

Bunların çeşitlemelerinde, farklı 100 kültürden kadınlara aynı soru sorulur veya onlar birbirine birer soru sorar. Eğer bu, önümüzdeki 10 veya 100 yıllık zaman dilimlerinde ondan çok kez yapılıp sonuçlar biraraya getirilirse, tarihin en kapsamlı sanatsal ürünlerinden biri gerçekleştirilmiş olur. Geçmişte bir aile kendisini otuz yıldan uzun bir sürede her yıl bir kez fotoğraflamıştı.

(Şubat 2004)


BİLİMKURGU-BELGESEL FİLM ve GELECEKBİLİM-SİYASETBİLİM İLİNTİLERİ

Bilimkurgunun Açmazı

Bilimkurgu roman, 20. Yüzyıl’da birçok tasarım-kehanette bulundu. Bunların çok önemli bir bölümü gerçekleşti. Bu süreç bilimkurgunun gelişimini durdurdu demeyeyim de, enazından yavaşlattı. Artık bir yüzyıl öncesine oranla çok az yapılmadık ve tasarlanacak şey var. Yapılmayanların da gerçekleştirilmesi kültürel dürtü yaratmıyor, çünkü Avrupa kültürünün değişim momentleri, iki dünya savaşı ertesinde AB oluşumuyla sıfırlanmış durumda. Pratikte uzay çalışmalarında da genelde başarısızlar ve isteksizler. Mars’a ilk inen insanın Avrupalı olması ya da Ay’da insanlı ilk yerleşimin AB’lilerce kurulması şu anda düşünülmüyor bile... Meteoroloji uyduları onlara yetiyor. Jules Verne’in torunları tarihsel uykuya yattı, bir tür yeni Orta Çağ içine girdiler. 21. Yüzyıl öteleme momenti, ‘uzaya adam yollamış üçüncü ülke’ Çin’in nasıl bilimkurgu romanlar yaratacağı henüz tam bir bilinmez değişken.

Bilimkurgu artı değer bilgi üretimini sanat yoluyla gerçekleştirdi. Tarihte bunu yapabilen herhangi bir seçkin kültür alanına pek sık raslanmaz. Yani yazma dürtüsü duygusaldı ama sonuçlar tümüyle düşünceseldi. Yazanların bunu hedeflediğini pek sanmıyorum (Philip K. Dick’i düşünelim). Denklemlerinin sonuçlarına katlanamayan bilimciler gibiler. ‘Yeni Tanrılar’da yazar insan eliyle yaratılmış ölümsüzlüğe katlanamaz. Kimin ölümsüzlüğü hak ettiğini tartışmadan, onu engellemeye çabalar, kahramanına ölümsüzlükten vazgeçtirir. Ballard, ‘Yeni Çağın Mitosları’nda uzaya çıkmanın bir evrim suçu olduğunu önesürer. Ancak Asimov ‘Vakıf’ dizisinin ve Pohl ‘Hiçi’ üçlemesinin sonunda bilinmeze açık kapı bırakır, bu da yalnızca bir umuttur.

Bilimkurgu roman, öncü bir sanat dalıydı. Artık pek öyle sayılmaz. Şimdilerde yakın gelecekle ilgili bilimkurgular revaçta. Eskiden insan türünün yok olabileceği gerilimi, yazarları çok uzak zamanlara ve mekanlara öteledi, bu dürtü ortadan kalkınca erimleri kısaldı. ‘Mars’ üçlemesi hepi topu binyıl ölçeğiyle uğraşıyor, oysa gelecekbilimciler bile artık daha uzun erimlerle uğraşıyorlar. Bilimkurgunun şizofrenik kaçış dürtüsü olan insan türünün yok olma olasılığı azalınca bu sonuç ortaya çıktı.

Şerh: Fantazya-masal türünün bilimkurgunun yerini aldığını düşünenler çok yanılıyor ama bunu tartışmak bu makalenin sınırları dışında kalır.

Öyleyse onu eskiden olduğu gibi yeniden öncü duruma getirmek için ne yapılabilir? Öncelikle yeni öncülük eskisinden çok farklı olacak, bunu bilmek gerek. Eskiden gerçekleştirilmiş bir hayal elimizde yoktu, dolayısıyla tümüyle rasgele kestirimler sözkonusuydu. Oysa şimdi bizi sınırlayan bazı somut gerçekler var. Mars’a ilk insanın inişi 2025’ten önceye alınamaz veya 2030’dan sonraya ertelenmeyecek, çünkü verilen tarih 30 yıldır sürekli değişiyor ama aralık burada sabit duruyor. İnsan yapımı bir nesne, Güneş Sistemi’nin dışına çıktı ve insan türü yok olsa da, er geç bir yıldıza varacak, yani Evren’de insanı, o olmasa da temsil eden birşey var. Tüm bunlar, yapılmamış bir şeyi yapabilmek için aşılmak durumunda. Yoksa, Pohl’un ‘Gladyatör-at-Law’u (Hukuk Gladyatörü) gibi, sözcüklerin birkaçının yerini değiştirince, vasat altı bir ABD romanı olup çıkıverirler.

Belgeselin Açmazı

Belgesel, sinema türleri içinde en gerçekçi olduğu varsayılan türdü. 1950-2000 arasında geçerli olan tür-sanat filmi ayrımından muaftı. Duyguları, tür filmi gibi doyurduğu gözönüne alınmıyordu. Kendiliğinden bilgi ürettiği varsayılıyordu. Bilgi toplumunun aşamaları gerçekleştikçe, belgesel türünün olduğu gibiliğiyle, bu gereksinimi karşılayamayacağı ayırsandı. İnformatik-kognitif kültür-zihin türü için belgesel yetersiz kalmaya başladı.

İki tane yetersiz çeşidi daha nitelikli ürünler elde etmek için melezlemek dirimbilimin sıkça kullandığı bir yöntemdir. Sanatta da bu yol denenmiştir. 2000-2005 arasında demonun, reklamın, klibin, trüğün  ve jeneriğin türleri (janrları) harmanlayarak kısafilmleşmesi / kategorileşmesi buna bir örnektir. Keza, ‘çizgiroman-oyun-çizgifilm-film’ arasındaki geçişimlerin tüm ikili kombinasyonları denenmiş durumda, oyunun çizgifilmi yapılıyor, vb, vd ve o da giderek aynı aşamaları tamamlıyor...

Belgeselin yetersizleşmesi, onu irili ufaklı, tamlı küsurlu yüzlerce tür ve alttür ile melezlenebilir durumda bıraktı. Son yıllarda yapılan belgesellerde kurmaca görüntüler giderek çoğalıyor. ‘Naqoyqatsi’ gibi kurmaca-dijital belgeseller yapılabiliyor. Şerh: Eldeki doğrudan görüntülerin zihindeki tasarım görüntüleri karşılamaması durumunda bu yol denenir, animeler de böyle yapmıştı, o zaman bu başka anlama gelir: gerçekliğin simulasyonu.

Belgeselin yeni ve farklı birşeyler üretmesinin tümevarımsal değil, çokça tümdengelimsel yöntemlerle olacağı kesin, zaten ‘Naqoyqatsi’ üçlemesi de, ‘Baraka’ da böyle yaptı. Ancak bu kural bir tabu değildir.

Bilimkurgu-Belgesel Açarı

Bu ikili kategorik geçişim ne menem bir şey olabilir?

İlkin, en bilinen 100 bilimkurgu romanın tasarımı olan 1.000 öğenin gerçekleştirilmesinin belgeseli yapılabilir. Örneğin:

Yüz naklini yapanlar ‘Face Off’u seyretti mi ya da tam tersi?

‘Yeni Tanrılar’ yazarı kafa naklinin ve klonlamanın dirimbilimi hakkında ne denli bilgili idi?

Asimov tarihin gerçekte ne denli belirlenebilir olduğunu düşünüyordu? Bilgi: Dizinin ilk parçası yazıldığı 1939’da ne gelecekbilim vardı, ne de stratejistler...

‘Kızıl-Mavi-Yeşil Mars’ üçlemesinin yazarı bunun yazdığı biçimde gerçekleşebileceğine gerçekten inanıyor mu?

‘Elde var bunlar’ diyelim.

Yaşayan ve/ya ölmüş 25 bilimkurgu yazarının gerçekçilik hakkındaki düşünceleri bir kitapta derlenebilir ki bunun yapılmış olması da bir olasılık.

3000 yılına kadarki kestirimleri içeren metni 2004’te bilimkurgu mu sayacağız, gelecekbilim mi? Bunun tartışmaları bir kitap eder.

‘Future9’ ve ‘spacesettlers’ e gruplarındaki tartışmalar daha çok gelecekbilime giriyor, çünkü çoğu mühendis kökenli. Önümüzdeki 100 yılda 1 milyon kişiyi uzaya yerleştirecek denli, biraz uçuk da olsalar, ellerinde malzeme hesabı var.

Gelecekbilim-Siyaset Açmazı

Siyasetbilim kitapları artık gelecekbilim maddesi de içeriyor, tabii son bölüm olarak... Bu baştan bir ikilem. Siyaset yönetmektir, geleceği de yönetmek ister. Oysa, gelecek boşaltılmalı ve boş bırakılmalıdır, yani yönetilmemelidir. Çocuklarımızın nasıl bir tarih istediği onları ilgilendirir. 20. Yüzyıl halefi olarak bizler, geleceğe onlarca yanılgı yolu bıraktık, diyecek sözümüz yok. Geleceği ipotek etmek, Naziler’den daha faşist ABD’nin ideolojisidir. ABD’nin eski dışişleri bakanı Brzesinski’nin ‘Dünya Bir Satranç Tahtası’ kitabı 1990-2010 arası için planları buna uygun bir örnektir. Uluslararası siyaset artık gelecekbilimle % 90 çakışıyor. Çakışmayan noktaları, örneğin ‘yeni entellektüellerin global rolü’ gibi başlıklar, yine yeni ve farklı düşünce değerlerinin üretilmesi demek olacak. Yeni entelejensiyalar ise, bunların tarihin egemen güçlerce asimilasyonu için kullanımına çabalayacak.

Şerh: En ironik nokta, tarihin hemen hiçbir zaman, çok büyük müdahelecilerin, devrimcilerin, vb istediği gibi gelişmediği gözlemi. Bu, aynı zamanda, yeni entellektüelin de istediği gibi gelişmeyen bir tarih demek. Buna gülünür mü, ağlanır mı, bireysel seçim kalır.

Sözü geçen dörtlü, ‘gelecekbilim-bilimkurgu’ çakışımı nedeniyle üstüste biniyor. Gelecekbilim, 1980-2000 arasında bilimkurgunun belgesel türü oluyordu. Demokratik bir uluslararası siyaset yaratımı da işin eylemsel yönü olacak. Bunun için henüz ne kuram, ne eylem, ne de praksis öneremiyoruz.

Olası Bir Köksüzlük Katalizör-Açarı

Bir köksüz; asker kaçağıdır, kronik oy vermezdir, ateisttir, anti-komünisttir, anti-kapitalisttir, anti-faşisttir, anti-nasyonalisttir, anti-emperyalisttir, anti-koloniyalisttir, anti-globalisttir, astandart nekrografisttir, kültürel kimliksizdir, uyruksuzdur, mülksüzdür, ailesizdir (çocuksuz ve bekardır), negatif egzistansiyalisttir, delidir, temelde düşünce aracı negasyondur...

Bu durumda tarihte bir çıkarı yoktur. Tarihe müdahale de etmez. Tarihi hesaplar ve yazar. Bire on milyarlık tersine beyinsel orana aldırmaz. Tarihe hiç müdahale etmeden onu etkiler.

Bireşim Saçılımları

Bilimkurgusal olduğu denli, gelecekbilimsel belgeseller de gerekli. Yönetilemeyen (ve yönetmeyen) güçte informatik-kognitif kültür-zihinler böyle üretilebilir.

Siyasetin köksüzlük yoluyla çözülmesi / geçersizlenmesi / değillenmesi ve bilimkurgu-gelecekbilim ayırtsızlaşması harmanına, bilimkurgu üzerinden belgeselin kurmacadan ayırtsızlaşması şırıngalanırsa, 2010, pek pek 2015 erimli yeni ve farklı bir çözüm parçacığı üretilebilir. Eğer çözüm 2015’i de geçen erimde kalıcıysa, ya çözüm hesabı yanlıştır, ya da şimdide (2000-2003 arasındaki anlık momentlerde) henüz tam ayırsanamamış bir durağanlaşma gerçekleşmiş demektir.

(Ocak 2004)


DÜNYADA ve TÜRKİYE’DE KISA FİLM

Neden Film?

İnsanlar soru sormayı ve kendilerine soru sorulmasını pek sevmezler. O nedenle felsefeyi de, uygun bir dönemde, örneğin ortasında, biyografilerinin muhasebesini yapmayı da sevmezler.

Yönetmenlere neden film yaptıklarını sorunca bu soruyu yanıtlamayan çok çıkar. Yanıtların içinde, ‘Lumiere and Co’ örneğinde gösterileceği gibi, çok saçma olanları da bulunur.

Bu soru; ‘neden bilim değil?, ‘neden felsefe değil? ve ‘neden diğer 8 sanat dalı değil?’ olarak da sorulabilir. Epeyi yönetmen, özellikle senaryolarını kendi yazanlar, aynı zamanda yazardır, filmlerini çekmeden önce neredeyse kare kare resimleyen Kurosawa ve Carot gibileri ressamdır, ancak ilkin yönetmendirler.

Sinema anlatım olanağı en geniş sanat dalı. Aynı zamanda en çok izlenen sanat dalı. O nedenle heveslisinin bu denli çok oluşu olağandır. Yılda 10.000-15.000 film yapıldığına göre, 4 yılda bir film çekme durumunda olan 50.000 yönetmen var demektir. Eh, bunun 10 katı kadar da aday adayı vardır.

Neden Kısa Film?

Öncelikle para sınırı olduğu için. Sonrasında atelye, stüdyo, laboratuar çalışması olsun diye. Alaylı olsun, mektepli olsun, hemen tüm yönetmenler ilk uzun filmlerinden önce, kısa film çekmiştir. Örneğin David Lynch’in kısa filmleri onun neyin peşinde olduğunu ilk uzun filminden 10 yıl öncesinde aynen ortaya koyar. Ancak, uzun filme geçtikten sonra da, kısa film çekenler azdır. Buna Jim Jarmusch’un Roberto Benigni’li ‘Kahve ve Sigara’ dizisini örnek gösterebiliriz.

Sporcular rekor kırsalar bile, asla antremanı bırakmazlar. Bırakırlarsa formdan düşerler. Sinema tarihine bir bakın. Cannes Festivali’nin bütün altın kameralı (ilk film ödüllü) yönetmenleri üçüncü beşinci filmlerinde sürklase olurlar. Bunun nedeni formdan düşmeleridir. Dolayısıyla kısa film, tüm uzun film yönetmenlerinin egzersiz ve iyi film deneyi olarak yaşam boyu bırakmaması gereken bir uğraştır.

Hangi Kısa Film?

Süre: Ortalama film süresi 90 dakika iken, 60 dakikadan kısa filmler kısa film sayıldı. Ortalama film süresi 120 dakika ve 180 dakikalık fimler çokça olunca bu sınır geçersizleşir. Örneklemelerdeki derleme kısa filmler uzun fimlerden de uzun sürüyor.

Teknik: Kısa film; karton film, çizgifilm, kukla film, ‘stop-motion’ film olabilir, olmayabilir de, zaten elde olağan görüntülü kısa filmler var.

Tür: Tür-sanat filmi ayrımı 1995’ten beridir geçersizleşmiş durumda. Jenerik, trük, demo, reklam, klip, dijital film, ‘video art’ kısa film olmuş durumda. Çizgiroman-çizgifilm-oyun-tür filmi geçişimlerinin hepsi iki yönlü denenmiş durumda.

Konu. Neyin kısa filminin yapılacağı tümüyle yönetmenin kendi varlık tanımına kalmış durumda. Kısa film filmi çekilmeyesi konular açısından uzun filmden daha özgür durumda.

Örneklerde irdeleneceği üzere, sinema tarihi bu konuda çok uç örnekler derlemiş durumda. Yapılabilecek uç örnekler de örneklemelerde örneklendi. Kısa film, belgesel filmle ters yönlere yol alabilirse, sinemaya ikinci yüzyılında 20-30 yıllığına yeni bir tarihsel perspektif kazandırabilir, kazandırmayabilir de... Göreceğiz.

·        

Dünyadan Örneklemeler

Alexandr İlyiç

İlyiç Arnavut kökenli, bir eski Yugoslavya vatandaşı. Onun film yaptığı dönemdeki sosyalist rejim belgesellere açık bir ideoloji taşıdığından mesleğini serbestçe icra edebilmiş.

İlyiç sinema tarihinde bir istisna. Yalnızca kısa film yapmış. 800’e yakın film yapmış. 80’e yakın ödül almış. Bu kadar eser içinde bir tek 1979 Balkan Kısa Film Şenliği’nde ödül alan ‘Balyoz’u çok beğeniyormuş.

Balyoz, bir beyaz civciv fabrikasında yok edilen siyah civcivleri anlatıyor. Bir tanesi üretim kayışında ters yönde sürekli kaçıyor. Söylemeye gerek yok, sonunda yeniliyor ve çarkların onu öğütüşünü kamera gösteriyor.

İlyiç öznel tümdengelimsel bir yönetmen. Bir de, prodüktörlerin tümdengelimiyle, ısmarlama hazırlanan kısa filmlere bir bakalım.

11”09’01

Künye: 134’, renkli, 2002. Yönetmenler: Yusuf Şahin (Mısır), Amos Gitai (İsrail), Alejandro Gonzalez Inarritu (Meksika), Shohei İmamura   (Japonya), Claude Lelouch (Fransa), Ken Loach   (İngiltere), Samira Makhmalbaf (İran), Mira Nair   (Hindistan), Idrissa Ouedraogo (Burkina Faso),  Sean Penn (ABD), Danis Tanovic (Bosna-Hersek) 

11 Eylül 2001 tarihsel bir milattı. 2 uçak Dünya Ticaret Merkezi’nin iki gökdelenine daldı. İkisi de yıkıldı ve 3.000 küsur kişi öldü. ABD olaydan sonra dünyaya saldırdı ve hala saldırıyor.

Bir prodüktör bu olayla ilgili olarak 11 yönetmene 11 dakika 9 saniye ve tek karelik film yapmalarını istemiş. Bunu reddeden ve yapmayanlar da olmuş.

Bitirilen işlerden 2 tanesi övgüye değer. ABD vatandaşı Sean Penn kulelerin yıkılış ertesinde durumu ‘içine güneş giren ev’ olarak tanımlıyor. Ken Loach ise, Şilili yazar Ariel Dorfman’ın 11 Eylül 1973’te Şilili lider Allende’nin CİA ajanları tarafından öldürülüşünü dile getirişini filme çekmiş.

Geri kalanlar zırvalıktı. Tarih bilinçsizliği, sinema bilinçsizliği, kendi bilinçsizliği... Bunlara para verenlerin aklından zoru olmalı...

Şerh: 20. Yüzyıl iki dünya savaşı ve iki dünya devrimi gördü. Bunların filmi hala yapılamamış durumda, örnekse sineam tarihinin ilk büyük ustası Eisenstein’ın tarihsel gerçeklerle hiç bağdaşmayan ‘Potemkin Zırhlısı’nı bir düşünelim, yeter. O nedenle, yönetmenlerin üçüncü milenyumun miladı olan bir olayı kavrayamamalarına şaşırmadığımı belirtmek isterim.

Lumiere and Co.

Künye: Ana düşünce: Phillippe Boulet. Makine çekiyor, basıyor ve oynatıyor. Motoru yok, elle çevriliyor. 3 kilo 900 gram ağırlığında. 12,5 x 19 x 19 cm boyutunda. Fransa Lion 1895 yapımı. Yönetmen: Sarah Moon, 1995, 90 dakika, ortak yapım.

Bu sinema sanatının kendisine film adama anlamında, belki sinemanın ikinci yüzyılı sonrasında bile seyredilebilecek erimli bir yapım.

Prodüktör, 1995’te gerçek Lumiere imalatı ve kullanımı bir kamera bulmuş. Onu kullanılabilir duruma getirmiş. 40 yönetmenden 52’şer saniyelik tek planlı filmler yapmalarını istemiş. Onlar da yapmışlar. Aralarda da yönetmenlerle söyleşiler var.

‘Neden film yapıyorsun?’ sorusuna yanıtları:

“Ün için, ölümden korktuğu için, yapacak başka bir şey yok, hayallerde kaybolmak için, öykü anlatmak için, eğlenmek için, sağ kalmak için, bilmiyor, elinden başka bir iş gelmez, ölümsüzlük için, bu küstahça bir soru, sevilmek için, soru değil yanıt, tahribi sevdiği için, zamanın uçuşunu yumuşatmak için, başka hiçbirşey yok, yaşamak için, bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum, sağ kalmanın en etkili yolu olduğu için…” (Kimin neyi söylediği filmde belirtilmiyor.)

Katılan yönetmenler:

Merzak Allouache, Theo Angelopoulos, Vincente Aranda, Gabriel Axel, John Boorman,   Alain Corneau, Raymond Depardon, Costa Gavras, Francis Girod, Peter Greneaway, Lasse Hallstrom, Michael Haneke, Hugh Hudson, Merchant Ivory, Gaston Kabore, Abbas Kiarostami, Cedric Klapisch, Andrei Konchalovsky, Patrice Leconte, Claude Lelouch, Spike Lee, Bigas Luna, David Lynch, Claude Miller, Idrissa Ouedraogo, Arthur Penn, Lucian Pintilie, Jacques Rivette, Helma Sanders, Jerry Schatzberg, Yusuf Şahin, Nadine Trintignant, Fernando Trueba, Liv Ullmann, Jaco van Dormael, Regis Wargnier, Wim Wenders, Zhang Yimou, Kiju Yoshida.

100 Euro

Künye: Avrupa Filmleri - 2 : 99 Euro, 96’. 9 yönetmen: Tony Baillargeat, Xawery Zulawski, Benjamin Quabeck, Stephan Wagner, Harry Kuemel, Eller ten Damme, Richard Stanley, Nacho Cerda, RP Kahl. İlki Almanya yapımı olan proje bu kez 9 ayrı ülkeden yönetmene uyarlanmış.

2003 yapımı bu filmde prodüktör yönetmenleri yalnızca 100 ‘euro’luk bir bütçeyle sınırlamış. Ancak buna uyulduğu kuşkulu, çünkü Viyana’da geçende yalnızca taksi parası 100 ‘euro’dan çok ederdi.

Bu derleme filmin seçilmesinin nedeni, gerçekten yeni kuşak yönetmenlerin ‘ben neden film yapıyorum?’ sorusunu sormayı bile aklına getirmediğini kanıtlaması. Tüm filmler açıkseçik bir biçimde ne sinemanın temel kurallarına uyuyor, ne de bir deneysellik içeriyor.

100.000.000 Mayına Karşı 10 Kısa Film

Bugün dünyada yüz milyonlarca mayın döşeli durumda. 50’den çok sıcak savaş bölgesi var. Savaşan taraflar mayını döşüyor ve onlar da bulundukları yerde onyıllarca öldürücülüklerini koruyorlar. Hedefleri çoğunluk çocuklar oluyor, çünkü tehlikeyi bilmiyorlar. Büyükler biliyor ama aldırmıyor. Bir mayın bir dolar ama onu yerinden çıkarmak bin dolar. 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın Kuveyt’e döşediği mayınları para karşılığı Türkler çıkarmıştı. Ölen olduysa gazeteler yazmadılar tabii ki...

Bir prodüktör 10 yönetmene bunun için birer film yapmalarını önermiş. Onlar da yapmışlar. Tümüyle politik amaçlı bir film. Hedefini de bulmuş.

Künye: 1998, renkli. Bertrand Tavernier, Mektup, 4’30”. Coline Serrau, Çocuk, 2’35”. Volker Schlondörff, Mükemmel Asker, 4’10”. Pavel Loungine, Ayakkabı, 3’55”. Mathieu Kassowitz, Orman, 4’10”.Jaco van Dormael, Fabrika, 2’15”. Pierre Jolivet, asker, 3’40”. Rithy Panh, Protez, 5’. Fernando Tureba, Anket, 4’15”. Yusuf Şahin, Yalnızca Bir Adım, 4’30”.

Türkiye’de iç savaş süresince mayınlardan sakatlanmış 300.000 civarında kişi var. Devlet bunlar için gazilik geceleri düzenliyor ama sayılarını açıklayan Özürlüler Federasyonu başkanını da hapis cezasına mahkum ediyor. 10 yönetmen arasında bir Türk olmadığını belirtmek gerekli miydi, bilmiyorum.

La Jetee

Künye: Yönetmen: Chris Marker. Senaryo: Chris Marker. Kurgu: Jean Ravel. 28 dakika. 1962. Siyah-beyaz.

Kurmaca ve sanat filmi olan ender kısa filmlerden biri. 12 Maymun’dan ‘Kayıp Çocuklar Kenti’ne dek bir çok filmin yönetmenini etkiledi. Zaman döngüsü filmin başladığı noktada biter. Siyah-beyazdır ve film yalnızca fotoğraflardan oluşur.

Treir’dan 5 Engel

Trier, 1967 yapımı Danimarkalı Jorgen Leth’in ‘Mükemmel İnsan’ adlı kısa filmini aynı kişiye 2001-2003 yıllarında 5 ayrı biçimde yeniden çektirmiş. Film, filmin çekimini içeren planlara da sahip.

Yönetmenler nadiren tümdengelimsel davranırlar. Genelde dene-yanıl ve yap-boz türü tümevarımsal çekim izleğine uyarlar. Trier, kendine değil, bir başkasına; ilk çekim değil, yeniden çekim için; bir kez değil, çok kez kurallar koymuş. Burada soru: Leth’in bu kuralları neden kendinin akıl / icat etmediği olurdu. Aynı filmi uzun yıllar sonra yorumlamak çok ilginç sonuçlar verebilirdi. Burada, kısa filmin özyaratı bölümü ihlal edilmiş.

Burada sonuçlar, yani filmler değil, nedenler, yani kurallar irdelenecek:

Kesmelerin en çok 12 kare olmasının anlamı yok. Bu yarım saniye eder. Daha kısa kesmeler de var.

Dünyanın en sefil bölgesi olarak Bombay’ın görülmesi cehalet. Endonezya’da demiryolu kenarında açıkhavada yaşayan aileler var. Arada, uykularında bir yerlerini raylara koyunca oraları eksiliyor. (Bakınız: James Nachtwey belgeseli.)

Aynı filmi çizgifilm olarak yeniden çekmek, ‘film-çizgifilm-oyun-çizgiroman’ dörtlüsünün ikili permütasyonları olarak daha önce irdelendi. Ürün kısa da olsa, ‘film-çizgifilm’ dönüşümünü içeriyor. Her iki yönetmenin çizgifilm sevmemesi de, yine sinemasal cehalet.

Film boyunca her iki yönetmenin görüntülerini ve diyaloglarının da konması çok uygun. Bu film sinema yapmak üzerine deneysel-kısa bir film olmuş. ‘Dalgaları Aşmak’tan ‘Dogville’e dek Trier’den tiksinsem de, bence iyi de olmuş.

·        

Türkiye’den Örneklemeler

? ya da Başlıksız

Künye: Yönetmen: Can Altay. 30’, renkli, 2003.

Türkiye’den böyle bir beceri çıkması övgüye değer. Yönetmen, 3 büyük şehirdeki kağıt hurda toplayanları belgesel / naturel bir üslupta filme çekmiş. Ağırlık Ankara’da. 8. İstanbul Bienali’ndeki gösterimde, hurdacıların rotasını gösteren büyük bir harita ve konuyla ilintili olarak, yeniden kazanılmış kağıda basılmış, 20 sayfalık bir metin de vardı.

Bir filmde neyin anlatılacağının nasıl anlatılacağının tümüyle önüne çıktığı örnek sayısı, dünya sinemasında bile azdır. Şerh: Konuyu doğrudan kendisinin seçmediğine ilişkin veri var, o nedenle muhalefet şerhi de koyayım.

Yurttan Sesler Kadınlar Korosu

Naz Erayda, Zeynep Günsür, Emre Koyuncuoğlu: Yapı ve Kredi Kültür Merkezi, Sermet Çifter Kütüphanesi, Buluşmalar: Tiyatroda Devinim, 28 Ocak 2003, 18:30-20:00.

Önce dans tiyatrosu idi. Sonra performans oldu. Şimdi yalnızca tiyatro sayılıyor. Bu dizi yetmedi, bunların filmi yapılıyor. Dünyada kaç oyun sahnelenirken filme çekilmiş olma şansına erişmiş durumdadır acaba ki bunlar her eserlerini bir de filme alabilmişler?

Başlık yanıltıcı olmasın, her üç sunumcunun da eserlerinde devinimle ilgili hiç bir şey yoktu. Asıl sorun kimlik ifadesiydi: Kadın kimliği.

Kadının varlığının rollere ve statülere bağlanarak değil, ancak ve ancak negatif egzistansiyalizmle faşist olmayacağını belirtmekle yetineyim. Küçük burjuva kadınlarının, kültürel iktidar sahibi erkekler tarafından, avans verilerek, bedavaya entellektüel konumuna yükseltilmesi, bu ülkede enazından Tezer Özlü’ye karşı bir ayıp, Sevgi Soysal’a karşı bir suçtur. 20 yıl önceki epsilon marjinalliğin semeresini, 40 yıl boyunca ferah feza toplayacak olmak hangi aklın ürünüdür?

Dolayısıyla bilemiyorum: Arka sokaklarda neler oluyor? Davul dediğin davulcusuyla müsemma mı?

Tolga Tan Demirci ve Alfabetik Düşler

·       Gerçeküstücülük modern döneme ilişkin bir akımdır. Baudrillard post-modern döneme ait bir düşünürdür. Post-modern dönemde gerçeküstücülüğün muadili pop-art olabilirdi. Modernizm 1895-1940, post-modernizm 1945-1990 dönemine aittir. İkisi de bitti. Ardından gelen post-post-modern dönem de 11 Eylül 2001’de ikiz kulelerin yıkılışıyla bitti ve henüz adı konmamış yeni dönem başladı. Post-post modernde gerçeküstücülüğün muadili animeler olabilirdi. Yeni dönemde bilimkurgu-belgeseller olabilir. Bunu yönetmene belirttiğimde, bana filmi adadığı Breton’un anime seyretmediğini söyledi ama Breton Baudrillard da okumamıştı. Yönetmen, siyasal bilinci zayıf olduğu için gerçeküstücülüğün siyasetbilimini ayırsayamamış. Gerçeküstücülük bir kaçış akımıdır. Nasıl ki 19. Yüzyıl sonu Fransa’sı o dönemi altın çağ zannedip, yaklaşan 1. Dünya Savaşı’nı görmediyse, gerçeküstücülük de 1. Dünya Savaşı ertesinde gelen 2. Dünya Savaşı’nı algılamama çabasıdır. Nasıl ki folklorun günümüzde bir anlamı yoksa, yeni dönemde de gerçeküstücülüğün hiçbir estetik anlamı yoktur.
·       Kısa filmciler uzun filmcilerden daha çok Holywood-Yeşilçam takınaklı. Filmin gösterildiği mekanda bir parti yapıldı ve 100 kişi katıldı. Yönetmenler dışında hiç kimse oraya film seyretmeye gelmemişti. Herkes birbirini kesti ve taşbebek tipi güzel-aptal kadın sayısı epeyi çoktu. Mekan sahibi parasal çıkarı olmadığını belirtmiş olsa da gecenin cirosu 1.000 doları geçti ve bununla epeyi kısa film yapılırdı.
·       Kısa film, hiç olmazsa süresinin ortalama uzun film süresine olan oranda kadrosunun düşmesi gerekir. 3 saatlık bir film 100 kişiyle çekiliyorsa, 18 dakikalık bir film 10 kişiyle çekilebilmelidir. Kamera arkası görüntülerden görüldüğü kadarıyla, kadro neredeyse uzun film kadrosu denli genişti.
·       Yönetmen, diğerleri gibi en çok soyutlama ve siyasal bilinçte aksıyor.
·       Yönetmenlerin film seyretmemesi gözlemim, Demirci için de geçerli. Festivalde filmleri oynatılmış olan kısa film ustası İlyiç’in adını bile duymamış. Yönetmenler şöyle kısa film seyrediyor: Kendi filmlerinin gösterimi sırasında dışarı çıkamadıkları süre içinde oynatılan diğer filmleri zorunlu olarak seyrediyorlar.
·       Kısadan uzuna geçiş Demirci için de geçerli. Uzuna geçtikten sonra kısa film yapmayacağını belirtti.
·       Neden film yaptığını sorma fırsatım ne yazık ki olamadı.
·       Eksi notlamalar bu tabanda verildi. Zeka ve bilgi eksikliği veri tabanında, kamerayı eline bile almaması gerektiğini gösteriyor.
·       Yönetmene film gösteriminden önce eleştirimin sert olacağını belirttim ama filmden sonraki eleştirimin üzerine aynen şöyle dedi: “Ama ben bu filmle 3 milyar lira ödül kazandım.”
·       Bu noktadan sonra eleştiri susuyor.

Ümit Özsoy

Özsoy’un benim için özel bir konumu var. O beni buldu, oysa ki 30 yıldır ben hep başkalarını bulurum. İkinci istisna Muzaffer Evci ki onun da dans filmi özeli var.

Özsoy’un ikinci özel konumu, deneyselliğe yüklenmesinden ileri geliyor. Yanısıra; uygulama da sürdüren bir akademisyen olması küçük bir özel durum.

Kısa Film Festivalleri

İstanbul’da 1988-2002 yılları arasında 15 kısa film festivali düzenlendi. Yılda ortalama yüz küsurar filmden 1.500’ün üzerinde film gösterildi. Bu neredeyse İstanbul Film Festivali’nde gösterilen denli sayıda film demek. Ayrıca; yeni başlayan AFM Film Festivali’ndeki kısalar, 2003’te altıncısı düzenlenmiş olan ve 70  film gösterilmiş olan 1001 Belgesel Film Festivali, Aksanat’ta sürdürülen kısa film günleri var.

İstanbul’da 10 üniversitenin sinemaya ilişkin bir bölümü var. Bunlar yılda 500 civarında mezun veriyor. Mezunların her biri mezuniyet için bir kısa film yapmak zorunda. Özel kurslar ve tüm Türkiye’deki bölümler gözönüne alınırsa, bu yılda yaklaşık 1.000 kısa film demek olur. Türkiye’de yılda 1.000 reklam ve/ya 1.000 klip çekilmediğini anımsatmak gerek.

Trier örneğinde kendini açıkça ifade eden, yönetmenlerin film seyretmediği ve bunu açıkça ifade etmekten utanmadığı gerçeği var. Kişisel izlenimim, Türkiyeli kısa film yönetmenlerinin de bu 1.000 filmin 100’ünü bile seyretmediği yönünde.

Peki, bu kısa filmler neden ve/ya kim için yapılıyor? Şimdiki genç türk yönetmenlerin sayısı gözönüne alındığında, bu 1.000 kişinin ileride uzun metrajlı film çekme olasılığı %o 1-5 arasında. İyi bir dijital kamera 5.000 ve post-prodüksiyon stüdyoların günlük kirası 100 dolar. Her kısa film ekibinin ortalama 10 kişi ve ortalama çekim süresinin 1 ay olduğunu kabul edersek, ortada binlerce iş günülük ve on binlerce dolarlık bir israf var demektir.

·        

Çıkış

Metin boyunca yeterince geniş açılı olabilen bir retrospektif taraması denendi.

Şimdiye dek çekilmiş bir milyonluk uzun-kurmaca film dağarcığında işe yarar film sayısı 100-1.000 arasındadır. Belgeselleri saymazsak, toplam daha düşük olacağı için, bu kadar iyi kısa film çıkmaz. Çıksaydı bile, oran aşağı yukarı aynı olurdu. Kişisel izlenimim, 15 yıllık kısa film şenliği süreci ertesinde aynı oran.

Teknoloji artık neredeyse bedavaya film yapmayı olanaklı duruma getirdi. O nedenle asla seyirciyle buluşmayacak, hatta bunun peşinde de olmayan milyonlarca kısa film yapılıyor olabilir. Sanat filmi festivallerinde 500 kişiyi seçip onları finanse etmekle sinema gelişmez. Yılda yapılan 400 Holywood filmin yalnızca 5-10’u çok seyirci çekiyor, geri kalanı maliyetini çıkaramadan çöplüğü boyluyor, çünkü onların da selülöz film saklama eğilimi zayıf. Ona bakılırsa, başyapıt ‘Balyoz’un bugün dünyada kaç kopyası vardır bilinmez.

Artık az, uzun veya kısa olsun, çok çok daha az film yapılsa gerek.

(Şubat 2004) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder